Ohrid Gölü, Antik Tiyatro, Ayasofya Kilisesi, Aziz Clement ve Naum Manastırları, Osmanlı Camileri, Ohrid Evleri ve daha fazlası… Masalsı Ohri’nin derinliklerine dalmaya hazır olun!
Ohrid’i anlatmak, bir gölü tarif etmeye benzer; yüzeyinde ışıklar, derinliğinde çağlar gizlidir. Kuzey Makedonya’nın güneybatısında, Arnavutluk’la sınırdaş dağların arasına kurulmuş bu şehir, masmavi Ohri Gölü’nün kıyısında, sulara yaslanmış bir zaman yolculuğudur. UNESCO’nun hem doğal hem de kültürel miras listesine aldığı bu nadide yerleşim, Bizans’tan Osmanlı’ya, Slav keşişlerden Roma gladyatörlerine uzanan bir medeniyetler bileşkesidir.
Her bir sokak ayrı bir yüzyıla açılırken, her yapı başka bir milletin ve inancın hatırasını taşır. Ayasofya’nın fresklerinde Bizans’ın renkleri, Zeynelabidin Paşa’nın camiinde Osmanlı’nın sükûneti, Türk Çarşısı’nda ise çokdilli bir tarih fısıltısı vardır. Üsküp’ten 175 kilometrelik bir yolculukla ulaşılan bu masalsı şehir, 792 metre yükseklikte, göz alabildiğine göl manzarasıyla ruhu yücelten bir seyir sunar.
M.Ö. 6. yüzyılda Lychnidus adıyla başlayan tarih sahnesi, depremlerle şekillenmiş ama özünden hiç kopmamıştır. Slav alfabesinin doğduğu, Aziz Kliment ve Naum’un bilgeliğiyle yoğrulan bir kültür başkentine dönüşmüştür. 1385’te Osmanlı’nın zarafetiyle tanışan Ohrid, ahşap işçiliğiyle bezeli cumbalı evleri, taş sokakları, göle bakan konakları ve camileriyle farklı bir kimlik kazanmıştır. Evliya Çelebi’nin kaydettiği 400 ahşap ev, 150 dükkân ve 17 camiyle bir medeniyetin izlerini bugüne taşımıştır.
Şehirde kahverengi tonlu ahşaplar, kiremit kırmızısı çatılar ve gökyüzü mavisi öyle bir ahenkle buluşur ki, her adımınızda kendinizi geçmişin içinden geçiyormuş gibi hissedersiniz. Ohrid’de yalnızca gezilmez, susulur, düşünülür ve hissedilir.
İçindekiler
Ohrid Gezi Haritası

Ohri Ali Paşa Camii: Balkanlar’ın İnci Mabedi
Balkanların göz bebeği Ohrid’in tarihi dokusuna asırlar boyunca tanıklık eden Ali Paşa Camii, 1573 yılında Süleyman Paşa’nın ellerinde yükselmiş, zamanla Osmanlı mimarisinin bu topraklardaki en zarif örneklerinden biri haline gelmiştir. Kare planlı yapısı, tek kubbeli ana mekânı ve üç kubbeli son cemaat yeriyle klasik Osmanlı cami mimarisinin tüm inceliklerini yansıtan bu muhteşem eser, göğe uzanan 32 metrelik minaresiyle şehrin silüetini taçlandırmıştır.
Ne var ki tarihin acımasız rüzgârları, 1912’deki Balkan Savaşları sırasında caminin minaresini yerle bir etmiş, asırlık mabed sessizliğe bürünmüştür. Tam 107 yıl boyunca ezansız kalan bu kutsal mekân, 2015-2019 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kardeşlik eli ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün titiz çalışmalarıyla yeniden hayat bulmuştur. 14 milyon liralık kapsamlı restorasyon projesiyle caminin duvarları güçlendirilmiş, kubbesi kurşun örtüyle kaplanmış ve minaresi yeniden gökyüzüne yükselmiştir.
Bugün Ali Paşa Camii, orijinaline sadık kalınarak yapılan kalem işleri, mermer şadırvanı ve özenli çevre düzenlemesiyle Balkanlar‘ın en bakımlı ve temiz ibadethanelerinden biri olarak dikkat çekiyor. Her gün beş vakit namaza açık olan bu muhteşem mabed, sadece bir ibadet mekânı değil, aynı zamanda Osmanlı-Türk medeniyetinin Balkanlardaki kültürel mirasının yaşayan bir tanığı olarak varlığını sürdürmektedir.

Halveti Hayati Tekkesi: Ohrid’in Manevi Kalbi
Osmanlı’nın Balkanlar’a açılan manevi kapıları olan Halveti tekkeleri, asırlardır bu kadim coğrafyanın ruhani iklimini şekillendiren en önemli tasavvufi merkezlerdir. Bu huzur dolu mekânlar içinde, Ohri’nin tarihi sokaklarında asırlardır manevi bir bereket saçan Hayati Halveti Dergâhı, özel bir yere sahiptir. Özellikle bir sabah namazı vaktinde buraya gelirseniz, namazın ardından zikir halkasının kurulduğunu ve tekke görevlilerinin Halvetiliğin önemli ikramlarından biri olan Türk kahvesi ikram ettiğini görebilirsiniz.
Balkanlar’da İslam’ın yayılmasında en etkili tarikatların başında gelen Halvetilik, özellikle Osmanlı döneminde bölgenin manevi dokusunu derinden etkilemiştir. Bu topraklarda kurulan tekke ve zaviyeler, fetihten önce İslam’ın sevgi ve hoşgörü mesajını yaymış, fetihten sonra ise toplumun manevi dinamiklerini canlı tutmuştur.
Serez’den yola çıkan üç büyük Halveti halifesi, Balkanlar’ın üç önemli merkezinde Halveti tekkelerini kurmuştur: Pir Osman Efendi Prizren’de, Pir Mehmet Hayati Efendi Ohri’de ve Şeyh Garib Tiran’da. Bu üç merkez, zamanla Balkanlar’ın manevi coğrafyasını şekillendiren önemli irfan yuvaları haline gelmiştir.
Ohri’deki Hayati Halveti Tekkesi, Ramazaniye şubesinin Hayatiye kolunun asitanesi olarak, sadece bir tasavvuf merkezi değil, aynı zamanda şehrin sosyal ve kültürel hayatının da kalbi olmuştur. Pir Mehmet Hayati Hazretleri’nin kurduğu bu dergâh, kuruluş tarihi kesin olarak bilinmese de, Pir’in 1766-67 yılındaki vefatına kadar ve sonrasında kesintisiz bir şekilde hizmet vermeye devam etmiştir.

Ohri Gölü: Suya Yansıyan Medeniyet
Ohri Gölü’ne bakmak, bir suya değil; tarihin derinlerine, kültürün göğsüne, insanın yüreğine bakmaktır. Kuzey Makedonya ile Arnavutluk arasında nazlı bir sınır çizen bu eşsiz göl, Avrupa’nın en eski ve en derin tatlı su göllerinden biridir. Yaşı yaklaşık 4 milyon yıl… Bu göl sadece coğrafi bir güzellik değil; aynı zamanda zamanın sabırla yazdığı bir tarih kitabıdır.
UNESCO tarafından hem doğal hem de kültürel miras olarak koruma altına alınan Ohri Gölü, 1979’dan beri dünya miras listesindedir. Ancak bu unvan, onun yalnızca yüzeyini anlatır; zira gölün derinlerinde bir şehre can veren kutsal bir nefes gizlidir. Planktonlardan Roma kalıntılarına, Bizans taş iskelesinden Osmanlı kayıkçısına kadar her bir su damlası bir hatıra taşır.
Ohri kıyılarında yürürken, sadece doğanın değil, medeniyetlerin de nehir gibi aktığını hissedersiniz. Göl, 20’den fazla endemik balık türüne ev sahipliği yapar. Bunlardan en meşhuru, yalnızca bu gölde yaşayan Ohrid Alabalığıdır (Salmo letnica). Bir zamanlar Osmanlı vezirlerinin sofralarına ulaşan bu zarif balık, gölün hem biyolojik hem de gastronomik mirasının simgesidir.
Göl kenarındaki taş iskelelerde yürürken, kayalıklardan sarkan taş evlerin gölge oyunları size eşlik eder. Suya bakan Ayasofya Kilisesi’nin silueti, Aziz Naum Manastırı’nın nar ağaçları ve Zeynelabidin Paşa Camii’nden gelen ince ezan sesi bu sessiz senfoniye eşlik eder. Göl sadece bir manzara değil, aynı zamanda bir medeniyet aynasıdır.
Bir Osmanlı seyyahı olan Evliya Çelebi dahi Ohri’den bahsederken “sudan taşan bir güzellik” ifadesini kullanır. Su taşmaz elbet, ama güzellik bazen ölçüsüzce yayılır… Ohri Gölü işte tam da böyle: ölçüsüzce güzel, insafsızca zarif…

Ohrid Antik Tiyatrosu: Taşa Kazınmış Alkışlar
Bir kentin kalbinde tiyatro varsa, orada sadece hayat sahnelenmez; zaman da sahnelenir. Ohrid Antik Tiyatrosu işte bu hissin taşa oyulmuş hâlidir. M.Ö. 200’lü yıllarda inşa edilen bu Helenistik tiyatro, yalnızca Makedonya’nın değil, Balkanlar’ın da en iyi korunmuş antik sahnelerinden biridir. Roma döneminde gladyatör dövüşlerine ve infazlara da sahne olmuş bu yapı, her taşında hem alkışın hem çığlığın izini taşır.
Tiyatronun kaderi, tarih kadar çetrefilli. Roma döneminde Hristiyanlığın yayılmasıyla birlikte, arenadaki vahşet sahneleri artık kabul görmemeye başlayınca, halk bu yapıyı lanetli sayar. Üzerine evler inşa edilir, taşları başka yapılarda kullanılır. Yani tiyatro, yüzyıllar boyunca suskun kalır… Ta ki 1980’lerde bir grup arkeoloğun şehri kazarken o eşsiz yarım daireyi gün yüzüne çıkarmasına kadar.
Tiyatro, şehri çevreleyen iki tepe arasına ustaca yerleştirilmiştir. Bugün hâlâ oturma basamaklarına çıktığınızda, önünüzde göl silueti, arkanızda ise Ayasofya’nın kadim çan sesleri duyulur. Mimari açıdan da oldukça zekice tasarlanmış bir yapıdır: Akustiği o kadar güçlüdür ki, sahnede fısıldanan bir replik bile arka sıradaki seyirciye ulaşır. Roma’nın taşları ama Helen’in ruhu vardır burada.
En dikkat çekici detaylardan biri de yapının mezar taşları ve sütun başlıklarıyla güçlendirilmiş olmasıdır. Arkeologlar, antik yapının birçok bölümünde döneme ait ritüel yazıtlarına rastlamıştır. Bu da tiyatronun sadece bir eğlence değil, aynı zamanda dini törenlerin de merkezi olduğunu gösterir.
Günümüzde Ohrid Antik Tiyatrosu, her yaz Ohrid Yaz Festivali’ne ev sahipliği yapar. Modern tiyatroların metal sesleri, burada taşın hafızasına çarpar ve yankılanır. Eski alkışlar yeniden dirilir, zaman yeniden sahnelenir. Belki bir Sophokles repliği, belki de bir yerli şairin mısrası… Bu tiyatroda her şey hâlâ canlıdır; sadece oyuncular değişmiştir.

Ohri Ayasofya Kilisesi: Duvarlarında Tarih Saklı Bir Yapı
Ohri’nin kalbinde, göl kıyısına nazır sessiz bir yükseklikte durur Ayasofya Kilisesi. Ne bir çan sesiyle sizi çağırır, ne de bir tabela ile yol gösterir. O zaten yüzyılların izinde yürüyenleri bilir; siz yaklaştıkça o da sizi tanır… Bu taş yapı, sadece bir ibadethane değil; aynı zamanda Balkanlar’ın zengin kültürel ve inançsal tarihinin önemli bir durağıdır.
11. yüzyılın başlarında Bizans İmparatoru I. Basileios zamanında inşa edilen bu yapı, Ohri Başpiskoposluğu’nun ana kilisesi olarak yükselmiş ve asırlar boyunca Ortodoks dünyasının Balkanlardaki merkezlerinden biri olmuştur. Özellikle Aziz Clement ve Aziz Naum gibi Ohri’nin önemli isimlerinin ayinlerini yönettiği bir yer olması, burayı manevi bir üsse dönüştürür. Slav coğrafyasına Hristiyanlığın bu duvarlardan başlayan inanç yayılımı, bölgenin kültürel kimliğinde derin izler bırakmıştır.
Kilisenin mimarisi sade ama güçlüdür. Taştan örülmüş dış cephesi kadar iç dünyası da derin ve etkileyicidir. En büyüleyici kısmı hiç şüphesiz freskleridir: 11. ve 12. yüzyıla tarihlenen bu duvar resimleri, Bizans ikonografisinin en saf örnekleri arasında kabul edilir. Üstelik bu freskler, ikonoklazm sonrası yapılmış ve günümüze ulaşan nadir örneklerdendir.
Ayasofya Kilisesi’nin az bilinen yönlerinden biri, Osmanlı dönemindeki farklı kullanımıdır. 15. yüzyılda fetih sonrası camiye çevrilmiş, içindeki fresklerin bir bölümü sıvayla kapatılmıştır. Yüzyıllar boyu “Ayasofya Camii” olarak anılmış, hatta minare ilavesiyle klasik Osmanlı mimarisine uyarlanmıştır. Bugün minare yok ama içeride bazı fresklerde kalan hafif sıva izleri bu dönemin izlerini hâlâ taşır.
Kilise 1912’de Makedon egemenliğine geçince tekrar kiliseye dönüştürülmüş ve fresklerin büyük bölümü temizlenerek orijinal hâliyle sergilenmeye başlamıştır. Güneşin sabah ışığıyla duvara vurduğu an, tavan freskleri altın gibi parlar. O anı görmek, yalnızca bir görüntü değil; sanki zamana dokunmaktır.
Ayasofya Kilisesi, Ohri’de sadece bir yapı değil, bir hafıza mekânıdır. Ve her taşında sadece inanç değil, tevazu da saklıdır. Zira bu kilise, gürültüyle değil; suskunluğuyla hatırlanır.

Aziz Clement Kilisesi: Bilginin ve Kültürün Köklendiği Yer
Ohri’nin en kadim tepesine tırmanırken göreceğiniz, mütevazı taş duvarları ve zarif kubbesiyle sizi karşılayan bu kilise, sadece mimarisiyle değil, taşıdığı anlamla da büyüler. Aziz Clement Kilisesi, Balkanlar’da Slav yazı dilinin doğduğu, ilim ve irfanın boy attığı önemli bir merkezdir. İsmini taşıdığı Aziz Clement, 9. yüzyılda Glagolitik alfabenin geliştirilmesinde rol oynamış ve Ohri’yi Slav kültürünün ve eğitiminin önemli bir merkezi hâline getirmiştir.
Kilisenin temeli, Clement’in bizzat kendisi tarafından atılmıştır. 893 yılında, öğrencilerini eğitmek için buraya hem bir kilise hem de bir okul inşa eder. Bugün “Sveti Pantelejmon” (Aziz Panteleymon) Kilisesi olarak da bilinen bu yapı, aslında Balkanlar’daki ilk üniversite işlevi görmüş olan Ohri Litürjik Okulu’nun da merkeziydi. Bölge tarihi ve kültürü açısından bu denli önemli bir işlevi yerine getirmiş olması, onu Ohri’nin en değerli yapıları arasına koyar.
Osmanlı döneminde kilise camiye çevrilmiş, “İmaret Camii” adıyla anılmıştır. Freskler sıvayla örtülmüş, taş minare ilave edilmiştir. Ancak bu dönüşüm bile, yapının tarihi ve kültürel ağırlığını silememiştir. 20. yüzyılın başında tekrar kiliseye dönüştürülmüş, 2000’li yıllarda kapsamlı bir restorasyon geçirmiştir.
Günümüzde kilise sadece bir ibadethane değil, aynı zamanda Aziz Clement’in mezarının bulunduğu yer olmasıyla da önem taşır. Mezar taşı sade, çevresi sessizdir. Bu sessizlikte bir bilgelik ve vakur bir duruş gizlidir. Gerçekten de kiliseye girdiğinizde içinizi saran hava, sanki bir zamanlar burada öğrencilerine bilgi ve ilim öğreten Clement’in sesiyle doludur.
Aziz Clement Kilisesi’nin etrafı bugün hâlâ arkeolojik kazılarla çevrilidir. Kazılar sırasında Roma dönemine ait bir yapının üzerine inşa edildiği anlaşılmış, bu da yapının çok katmanlı bir kültürel zemine sahip olduğunu göstermiştir. Böylece Ohri’nin bin yıllık hikâyesi, tek bir yapının gövdesinde katman katman okunabilir hâle gelmiştir.
Bu kilise, sadece bir yapı değil, adeta medeniyetin taşla yazılmış bir tarihi belgesidir. Ve bu belgeyi ziyaret eden herkes, sessizce onun geçmişine tanıklık eder.

Aziz Naum Ohridski Manastırı: Huzurun ve Tarihin Buluştuğu Yer
Ohri Gölü’nün güney ucuna yaklaştığınızda, suyun rengi daha bir koyulaşır, rüzgâr hafifler, kuş sesleri belirginleşir. Burası artık bir mekân değil; bir hâletiruhiyedir. İşte bu dinginliğin tam ortasında, gölün sularına eğilmiş nar ağaçlarının gölgesinde yükselir Aziz Naum Ohridski Manastırı. Slav dünyasının bu önemli yapısı, yalnızca bir ibadethane değil, aynı zamanda kültürün, bilginin ve ahlakın da taşıyıcısıdır.
Manastır 905 yılında, Ohri Okulu’nun kurucularından ve Glagolitik alfabeyi yayan büyük bilge Aziz Naum tarafından inşa edilmiştir. Naum, hayatını sadece bir din adamı değil; bir öğretmen, bir mürebbi ve bir münevver olarak geçirmiştir. Bu manastır onun hem yaşadığı hem de ebedî istirahatgâhıdır. Naum’un mezarı, kilisenin içindedir; üzerine eğilip kulağınızı mezar taşına dayadığınızda kalp atışını duyduğunu söyleyenler vardır. Bu anlatı, azizin bölge üzerindeki etkisinin ve varlığının bir sembolü olarak kabul edilir.
Mimari olarak Bizans ve Ortaçağ Slav stilinin zarif bir bileşimidir. Duvarları tuğla ve taşın ustalıkla örülmesiyle yükselmiştir. İç mekân freskleri, 16. yüzyılın derin ikonografik anlatımlarını taşır. Her yüz ifadesi, her hâleyle çevrelenmiş figür, sadece bir sanat eseri değil, aynı zamanda dönemin sanatsal ve inançsal anlayışının bir yansıması gibidir. Kilise, “Aziz Başmelekler Mihail ve Gabriel”e adanmıştır, ancak yapının ruhu bütünüyle Aziz Naum’un mirasıyla özdeşleşmiştir.
Az bilinen bir ayrıntı: Manastırın hemen yanında göle dökülen kaynak suları vardır. Bu su, kaynağını Prespa Gölü’nden alır; dağların içinden geçip Ohri’ye ulaşır. Bu su yolları, doğal bir mucize olmanın yanı sıra, bölgedeki bazı inanç ve mitolojilerde kutsal kabul edilir. Rivayete göre, bu sular Naum’un ayak bastığı yerleri takip edercesine akar.
Bugün manastır, sadece inançlı ziyaretçilerin değil, huzur arayan herkesin sığındığı bir yerdir. Bahçesinde yürürken, tavus kuşları size eşlik eder. Göle karşı otururken sessizliğin diliyle konuşursunuz. Ve çıkarken, ardınızda bıraktığınız şey bir ziyaret değil; derin bir deneyim olur.

Robevi Evi: Taşa Sinmiş Zarafet, Odaya Süzülen Tarih
Her şehrin bir ruhu vardır; bazısı meydanlarda saklıdır, bazısı mabetlerde… Ohrid’in ruhu ise evlerindedir. Hele ki bu ev, Robevi Evi gibi asaletle yoğrulmuş bir yapıysa… Şehrin Osmanlı döneminden kalma en nadide konaklarından biri olan bu ev, hem bir müze hem de sivil mimarimizin Balkanlar’daki şık bir temsilcisidir.
1863 yılında Ohrid’in önde gelen tüccar ailelerinden Robev ailesi tarafından yaptırılmıştır. Ev, Vardar Makedonyası’nda Osmanlı taşra burjuvazisinin nasıl yaşadığını gösteren canlı bir örnektir. Üç katlı, ahşap çıkmalı, taş temelli bu yapı, yalnızca gösterişli değil, aynı zamanda işlevseldir. Alt katlar depo ve hizmet alanı, orta katlar yaşam alanı, üst katlar ise misafir odaları olarak tasarlanmıştır.
Evin içi başlı başına bir zaman yolculuğudur. Ceviz ağacından oyma tavan süslemeleri, geometrik hatlara sahip sedirler, vitray pencerelerden sızan gün ışığı… Odalardan birine girdiğinizde, o dönemin tüccarının zarif hayatını hissedersiniz: alaturka saat tıkırtısı, şerbet fincanlarının cam sesi ve dışarıda geçen faytonun tekerlek izleri…
Bugün Robevi Evi, aynı zamanda Ohrid Ulusal Müzesi’nin bir parçasıdır. Müze bölümlerinde antik döneme ait kalıntılar, Roma mozaikleri, 2. yüzyıla tarihlenen mezar taşları ve bölgeye özgü takı örnekleri sergilenir. Özellikle altın ve gümüş işçiliğinde Makedon ustalığının incelikli örnekleri, ziyaretçileri kendine hayran bırakır.
Az bilinen bir detay ise evin yeniden inşa edilmesidir. 1900’lü yılların başında çıkan büyük bir yangında Robevi ailesinin ilk konağı tamamen yanar. Bugün gördüğümüz yapı, orijinaline sadık kalınarak tekrar inşa edilen versiyonudur. Ancak bu bilgi evin ruhunu eksiltmez; aksine dirayetini gösterir.
Robevi Evi, Ohrid’in sadece geçmişini anlatmaz; yaşatır da. Burada tarih vitrinlerin içinde değil; duvarın taşında, pencerenin pervazında ve sedirin yastığında yaşar. Sessizce oturup bir fincan kahveyle geçmişe nazar etmeye ne dersin?

Ohri Çarşısı (Türk Çarşısı): Sokaklarıyla Konuşan Tarih, Dükkânlarıyla Anlatan Medeniyet
Ohrid’de sabahın erken saatlerinde güneş, göl kıyısından ağır ağır yükselirken, bir başka hareketlilik de şehrin içlerinden duyulur. Gıcırdayan kepenk sesleri, taş sokaklardan yankılanan ayak izleri ve mis gibi kahve kokusu… İşte burası Ohri Çarşısı, halk arasında hâlâ “Türk Çarşısı” olarak bilinen yerdir. Sadece ticaret değil; kültür, gelenek ve toplumsal aidiyetin de yaşandığı canlı bir mekândır.
Bu çarşı, Osmanlı şehircilik anlayışının Ohrid’e miras bıraktığı en canlı örneklerden biridir. Cami, hamam, çeşme ve hanlarla örülü klasik bir Osmanlı çarşı düzeni burada hâlâ hissedilir. İnce taşla döşenmiş sokaklar, küçük dükkânlar, ahşap kepenkli vitrinler… Zaman burada yürümek yerine ağır ağır akar sanki.
Tarihî kaynaklara göre çarşı, 15. yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamış ve zamanla sadece alışverişin değil, sosyal ilişkilerin, ticaret ahlâkının ve mahalle kültürünün de kalbi olmuştur. Bir kuyumcu dükkânında yalnızca altın değil; bir dost selâmı, bir muhabbet de tartılırdı. Bir bakırcının tokmağında sadece metal değil; sabır ve ritim de işlenirdi.
Günümüzde çarşıda geleneksel el sanatlarının izleri hâlâ sürüyor. Ohrid’e özgü inci işlemeciliği, bu çarşıda doğmuş ve gelişmiştir. Özellikle “Ohrid İncisi” olarak bilinen takılar, bu bölgenin su altı zenginliğinden ilham alınarak işlenmiştir. Aynı zamanda el dokuması kilimler, ceviz oymaları ve Boşnak mutfağının özgün tatları da bu taş aralıklarda sizi bekler.
Az bilinen bir detay: Çarşının bazı taş sokakları, Osmanlı döneminde “kapalı çarşı” düzenindeydi. Yani üstü örtülü, yağmur geçirmez şekilde düzenlenmişti. Bugün bu örtüler kaldırılmış olsa da, bazı dükkânların girişlerinde hâlâ o eski kiriş izleri durur.
Ohri Çarşısı’nda yürümek bir alışveriş deneyimi değil; geçmişle randevulaşmaktır. Bir esnafla göz göze geldiğinizde sadece bir selâm almazsınız, aynı zamanda şehrin belleğine bir satır daha eklersiniz. Her taş, her dükkan, her ses size der ki: “Ben buradayım, yüzyıllardır anlatıyorum.”

Ohri Evleri: Göle Yaslanmış Sessiz Şiirler
Ohrid’in taş sokaklarında yürürken ansızın karşınıza çıkar o evler: Göle doğru eğilmiş, sanki suya bir sır fısıldar gibi duran, beyaz badanalı, ahşap çıkmalı, cumbalı yapılar… Bunlar sıradan evler değildir. Bunlar, Balkanlar’ın en zarif Osmanlı miraslarından biri olan Ohri Evleridir. Sessiz ama anlatan, mütevazı ama görkemli yapılardır bunlar.
Bu evlerin çoğu 18. ve 19. yüzyılda inşa edilmiştir. Osmanlı sivil mimarisinin tüm inceliklerini barındırır: Taş temel üzerine yükselen iki ya da üç katlı yapılar, geniş saçaklı çatılar, göle bakan cumbalar, iç avlular… En üst katta genellikle “baş oda” yer alır; misafir bu odada ağırlanır. Bu, yalnızca ev sahibinin misafire gösterdiği saygıyı değil, aynı zamanda evin estetik ruhunu da sergiler.
Evlerin duvarları kalındır; yazın serin, kışın sıcak tutar. Pencereler çift kanatlıdır, bazıları renkli camlarla süslenmiştir. İç mekânda ceviz ağacından yapılmış tavan süslemeleri, gömme dolaplar ve ocaklı sofalar bulunur. O evlerde yalnızca insanlar değil; zaman da yaşamıştır.
Ohri evlerinin en büyüleyici yanı, göle olan mesafesi değil; gölle olan ilişkileridir. Her ev, gölü görebilecek şekilde konumlandırılmıştır. Zira göl, yalnızca bir manzara değil, aynı zamanda yaşamın ritmini belirleyen bir rehberdir. Sabah güneşi, evlerin duvarlarına gölden yansıyarak düşer. Bu bir doğa olayı değil; adeta bir ritüeldir.
Az bilinen bir detay: Evlerin birçoğu zengin tüccar ailelere ait olsa da, mimari sadeliğini korumuştur. Zenginlik, gösterişle değil; ince zevkle yansıtılmıştır. Hatta bazı evlerin dış cephelerinde Arnavut ya da Makedon taş işçiliğiyle Osmanlı ahşap ustalığı iç içe geçmiştir. Bu da Ohrid’in çok katmanlı kimliğinin mimariye yansıyan şiiridir.
Bugün bazı evler restore edilerek müzeye, bazıları ise butik otele dönüştürülmüştür. Ancak hangi formda olursa olsun, o evlerin içine girdiğinizde bir ayak sesi duyarsınız: belki bir dervişin sabah duası, belki bir annenin çay demleyen sesi, belki de göle uzanan bir şiirin yankısı…

Ohrid İncisi Atölyeleri: Gölün Derinliğinden Zarafete Yolculuk
Ohrid denilince akla ilk gelenlerden biri, elbette ki eşsiz bir zanaat mirası olan Ohrid incisidir. Bu zarif takılar, sadece birer süs eşyası değil; gölün sessizliğinde doğan, gelenek ve emeğin birleştiği bir sanat formudur. Ohrid incisi, Ohri Gölü’nde yaşayan özel bir balık türü olan plasica balığının pullarından elde edilen inci benzeri parıltılı bir maddeyle üretilir. Gerçek inciden farklı olarak bu inciler, doğrudan doğadan değil; ustaların ellerinden doğar.
Bu eşsiz işçilik geleneği, 20. yüzyılın başlarında Ohrid’e gelen Ermeni Takoyan ailesiyle başlamıştır. Bugün şehirde sadece birkaç atölye bu özgün üretim tekniğini sürdürmekte ve sırlarını nesilden nesle aktarmaktadır. Atölyelerde üretilen inciler, zarafeti ve sadeliğiyle hem yerli halk hem de turistler tarafından büyük ilgi görür. Ohrid sokaklarında gezinirken bu incilerin sergilendiği vitrinler, gölün ışığını yansıtır gibi parlar. Her bir Ohrid incisi, sadece bir takı değil; gölün sessizliğinden süzülen, tarihin ve el emeğinin buluştuğu zarif bir hatıradır. Bu nedenle Ohrid’e gelenlerin mutlaka bir atölyeyi ziyaret etmesi ve bu zarafeti yerinde görmesi tavsiye edilir.